12 Şubat 2017 Pazar

1920 Kahraman Maraşlı Rıdvan Hoca

Tarih 1920'dir. Kahramanmaraş işgal altında.

Fransız General Guvernörs Andre işgali kutlamak için bir akşam Maraş'ta bir balo düzenler ve Ermeni kızını dansa davet eder.

Fakat Ermeni kızı: "Kaledeki Türk Bayrağı inmedikçe sizinle dans edemem" deyip teklifi geri çevirir.

Bunun üzerine General askerlerine: "Kaledeki o bez parçasını indirin" diye alçakça bir emir verir.

Ertesi gün yani Cuma günü Maraşlılar kaledeki Türk Bayrağının indirilip yerine Fransız bayrağı dikildiğini görürler.

Halk üzgün ve çaresizdir. Derken Cuma ezanı okunur ve halk ulu camide toplanır. Sinirler gergin, herkesin morali bozuktur.

Caminin İmamı Rıdvan Hoca, Cuma Hutbesi için minbere çıkar ve cemaatin şaşkın bakışları arasında Türk Bayrağını eline alıp şöyle der: "Ey Cemaat, minbere Cuma Hutbesi için çıkmadım bilesiniz. Cuma namazı hür insanlar için farzdır. Kalesinde kendi bayrağı dalgalanmayan bir memlekette Cuma Namazı kılınmaz. Önce bayrağımızı yeniden dalgalandıralım sonra namazımızı kılalım" der.

Bir anda camide tekbir sesleri yükselir. Halk bu duygu ve cesaretle kaleye hücum eder. Fransız askerleri korkudan ne yapacağını şaşırır ve bayrağımız tekbir sesleriyle yeniden göklere çekilir. Halk o gün Cuma Namazını kalenin burcunda kılar.

Tamamen gerçek ve tarihimizde benzeri olmayan bu olay sayesinde halkın milli bilinci uyanmış "Silah gücüyle inen bayrağımız, iman gücüyle yeniden dalgalandırılmıştır."

''Ali Kantarcılar''

10 Şubat 2017 Cuma

ÖMER MUHTAR KİMDİR?

Ömer b. Muhtar b. Ömer b. Ferhat (1862-1931). Libya bağımsızlık hareketinin önderlerinden.



Berka'nın Defne bölgesindeki Butnân'da doğdu. Libya'daki en büyük Arap kabileleri arasında sayılan Menife'ye mensup Gays ailesindendir. İlk eğitimini babasından aldı. Ardından tahsil için kardeşi Muhammed ile birlikte Senûsîler'in Zenzûr Zaviyesi şeyhi Seyyid Hüseyin el-Garyânî eş-Şemsî'nin yanına gönderildi; babasının ölümü üzerine de onun himayesine girdi. Eğitimini burada tamamladı.
Ömer el-Muhtâr1912'de Osmanlılar'ın Uşi (Ouchy / Lozan) Antlaşması sonucunda kuvvetlerini buradan çekmesinin ardından, geride kalan askerleri Mısır'a götürmek isteyen Aziz el-Mısrî ile ona engel olmak isteyen Ahmed Şerif es-Senûsî'nin adamları arasında çıkan çatışma sonrasında, Ahmed Şerif es-Senûsî tarafından ara buluculukla görevlendirildiği gibi, Berka bölgesinin kumandasını da üstlendi. I. Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine Osmanlı Harbiye Nezâreti Teşkîlât-ı Mahsûsa vasıtasıyla buraya bazı subaylarını gönderdiğinde, İcdâbiye'de Şeyh İbrahim el-Misrâtî ile birlikte Osmanlılar'ın Afrika grup komutanı sıfatıyla faaliyette bulunan Enver Paşa'nın kardeşi Nuri Paşa ile görüşmek için Butnân'a gitti. Bu arada Ahmed Şerif es-Senûsî'nin İstanbul'a götürülmesinin (1917) ardından, Osmanlı Devleti İdrîs es-Senûsî'yi onun halefi olarak kabul etmişti. İdrîs es-Senûsî'nin (I. İdrîs I genel vekili sıfatıyla direniş hareketinin kumandanlığına getirilen Ömer el-Muhtâr, Cebelülahdar'a geldiği yıllardan itibaren, başta Enver Paşa olmak üzere Türk subaylarından aldığı bilgiler ışığında emrine verilen gönüllüleri sayıları 100 ile 300 arasında değişen birliklere ayırdı. Kabileleri de üç ayrı bölgede teşkilâtlandırarak her biri için kaymakam ve kadı görevlendirdi, bunların tamamını kendine bağladı.
Yine Enver Paşa'nın Trablusgarp savaşı yıllarında askerî eğitim almaları için İstanbul'a gönderdiği, burada yetiştikten sonra geri dönerek direnişe katılan yerli subaylar da onun yanında yer aldı. İdrîs es-Senûsî bazı ileri gelen şeyhler ve kabile reisleriyle birlikte tedavi gerekçesiyle 1922'de Mısır'a gitmiş ve yerine kardeşi Muhammed Rızâ es-Senûsî'yi vekil bırakmıştı. 27 Şubat 1923'te Ömer el-Muhtâr son gelişmeleri görüşmek üzere bir heyetle birlikte Mısır'a gitti. Arap ve İslâm dünyasına yardım çağrısında bulundu. İdrîs es-Senûsî, Mısır'da güven içinde hayatını sürdürmesi karşılığında, bu ülkenin İtalya ile anlaştığını ileri sürerek kendisinden talep edilen yardım konusunda herhangi bir şey yapamayacağını söyledi. Bu arada Ömer el-Muhtâr'ın Mısır'a geçtiğini öğrenen İtalyanlar buraya bir heyet gönderip cihaddan vazgeçmesini ve Mısır'da yaşamasını, Berka'ya döndüğü takdirde kendisine bir köşk tahsis edilerek maaş bağlanacağını bildirdiler. Bu teklifleri reddeden Ömer el-Muhtâr dönüşü esnasında Ebyârülgubâ'da İtalyanların saldırısına uğradıysa da kurtulmayı başardı (23 Nisan 1923). Haziran ayında İtalyanlar'la Senûsîler arasında Ömer el-Muhtâr'ın da katıldığı büyük bir çarpışma meydana geldi.
İdrîs es-Senûsî'nin kendisine hiçbir ümit vermemesi üzerine Ömer el-Muhtâr, heyette yer alan Yûsuf Ebû Rahîl el-Mismârî ve Ali Hâmid el-Ubeydî ile birlikte Ahmed Şerif es-Senûsî'ye 20 Şubat 1924 tarihinde bir mektup gönderdi. İtalyanlar'ın daha önce İdrîs es-Senûsî ile imzaladıkları anlaşmaları iptal ettiklerini, Trablusgarp halkının başsız bırakıldığını, askerî bir düzeni olmayan birliklerle Cebelülahdar'da cihada devam edeceklerini bildirdi: kendilerine para, silâh ve erzak göndermesini talep etti. Bu arada bütün bölgeleri gezerek Berka, Trablus ve Fizan'daki direnişleri tek bir idare altında toplamaya çalıştı.
Libya'da henüz işgal edilmeyen şehirlerin bir an önce ele geçirilmesi için sabırsızlanan Mussolini, 1925'te Emilio de Bono'yu Trablusgarp sömürge valiliğine tayin etti. Ömer el-Muhtâr'a destek sağlayan Cağbûb, Ûclâ, Câlû, Fizan ve Kufra gibi yerlerin Cebelülahdar ile irtibatlarının kesilmesine karar verildi. Ahmed Şerif es-Senûsî'nin kardeşi Seyyid Safıyyüddin'in idareci olarak bulunduğu Cağbûb'u İdrîs es-Senûsî'den aldığı emir üzerine direnmeksizin 9 Şubat 1929'da İtalyanlar'a teslim etmesi Ömer el-Muhtâr'ı büyük bir destekten mahrum bıraktı. Ömer el-Muhtâr kumandasındaki kuvvetler İtalyanlar'a karşı vurkaç taktiği uygulamaya başladılar. İtalyan işgal ordusu ile direnişçiler arasında çarpışmalar hızlandı. Bunlardan ilki Rahîbe'de meydana geldi ve burada çok sayıda İtalyan askeri esir alındı.
İkincisi Akiretü'l-Matmûra'da oldu. Ömer el-Muhtâr önemli adamlarından bir kısmını bu çarpışmada kaybederken, İtalyanlar'a da büyük kayıplar verdirdi. 22 Nisan 1927'de Derne'de Ömer el-Muhtâr'ın İtalyan ordusunun yedinci taburuna büyük zayiat verdirmesinin ardından İtalyan işgalindeki bölgelerde mevcut Senûsî zaviyeleri ve camiler kapatılıp şeyhler tutuklandı. Bingazi işgal edildiği halde buranın çevresindeki Berka bölgesi direnişin merkezine dönüştüğü için İtalya 1928'de burayı topyekün işgale karar verdi.
Berka bölgesine 1923-1929 yıllan arasında Bongiovanni, Mombelli. Teruzi ve Sicilliani vali tayin edilmiş, ancak bunlar Ömer el-Muhtâr karşısında başarısız kalmıştı. 1929'da Trablusgarp ile Bingazi birleştirildi ve sömürge genel valiliğine Pietro Badoglio getirildi. Yeni vali yerli ahalinin direnişini her çareye başvurarak kırmaya kararlıydı. Muhammed Rızâ es-Senûsî ve Şârif el-Garyânî. İtalyanlar adına 6 Nisan 1929*da Ömer el-Muhtâr ile görüştüler ve direnişten vazgeçtiği takdirde Hicaz'a veya Mısır'a gidebileceğini, ayrıca kendisine para verileceğini söylediler. Bu teklifler reddedildiği gibi valinin bu yolda şahsî girişimleri bir sonuç vermedi.
10 Ocak 1930'da sömürge genel vali yardımcılığı ve Sirenayka valiliğine o güne kadar tayin edilenlerin en acımasızı olarak bilinen Rodolfo Graziani getirildi. Ömer el-Muhtâr kumandasındaki mücahidlerin Libya'dan ve dış dünyadan yardım almalarını önlemek için buranın Fizan, Kufra ve Mısır ile bağlarının koparılması kararlaştırıldı. Bu amaçla 15 Ocak 1930 tarihinde Cebelülahdar'daki direniş siperleri uçaklarla bombalanırken 24 Ocak günü Fizan'in merkez şehri Merzûk, 25 Şubat'ta ise buranın batısındaki Gât kasabası işgal edildi.
1928 yılı başında İtalya'ya sürgüne gönderilen Muhammed Rızâ serbest bırakılıp Bingazi'ye dönünce Ömer el-Muhtâr'a bir mektup yazarak İtalyanlar'a teslim olmasını istedi. Yine red cevabı alan İtalyanlar bu defa Rızâ tarafından Cebelülahdar ahalisine hitaben yazılan bir mektubu uçaklarla yerleşim yerlerine attılar. Bundan da bir sonuç alamayınca bölgenin kırsal kesimlerinde yaşayan bütün halkı kamplarda toplamaya başladılar. 23 Eylül 1930 tarihinde İtalyanlar'la yapılan Kerisse çarpışmasında Ömer el-Muhtâr'ın yakın adamlarından Fudayl b. Ömer ile birlikte kırk adamı şehid oldu. Trablusgarp direnişinin önemli bölgelerinden olan Kufra'nın merkezi Tâc köyü İtalyanlar'ın eline geçti (18 Ocak 1931).
Direnişe en büyük destek Mısır'dan geldiği için Graziani Akdeniz sahilindeki Sellûm yakınında deniz kıyısından güneydeki Cağbûb'a kadar uzanan yaklaşık 270 kilometrelik bir mesafeyi 2 m. yüksekliğinde ve 3 m. genişliğinde dikenli tellerle kapattırdı. Böylece mücahidlerin yardım temin ettikleri tek yön de kesilmiş oldu. Bölgedeki yerli ahali önce Aynülgazâle kampına kapatıldı, dört ay sonra da 1934 yılına kadar kalacakları Akile, Makrûn, Suluk ve Berîka kamplarına doldurularak mücahidlerin yerlilerle irtibatı kesildi. Verimli arazilerin tamamı İtalya'dan buraya göç ettirilen ailelere verildi. Kamplarda bulunanların yarısı açlık ve hastalık yüzünden ölürken, bazıları da mücahidlere bağlılıklarını devam ettirdikleri bahanesiyle idam edildi. Sadece Berîka kampında 1930-1932 yılları arasında 30.000 kişi öldü.
Ömer el-Muhtâr yaşının ilerlediği gerekçesiyle Mısır'a gidip yerleşmesi yolundaki tavsiyelere karşılık mücadeleyi sürdürmeye kararlı olduğunu bildiriyordu. Bu azminden ötürü kendisine "çöl aslanı" unvanı verilmişti. Ancak 11 Eylül 1931 tarihinde adamlarıyla birlikte sahabeden Seyyid Râfi'in kabrini ziyarete gittiklerinde İtalyan çemberi içinde kaldılar. Ömer el-Muhtâr burada İtalyanlar'a esir düştü, yapılan mahkemede "İtalyan tebaası bir isyankâr" olarak yargılandı ve idama mahkûm edildi (15 Eylül 1931). Ertesi gün de Suluk kampında tutulan 20.000 civarındaki halkın önünde asılarak idam edildi.
Afrika'daki Avrupa sömürgeciliğinin karşısında en önemli direniş hareketlerinden birini ortaya koyan Ömer el-Muhtâr, Berka halkının Senûsiyye içinde kendi rızalarını kazananlara verdiği "seyyid" unvanı ile ve "şeyhü'ş-şühedâ" olarak anıldı. Hayatı ve faaliyetleri pek çok araştırmaya konu oldu.
(Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ömer el-Muhtar Md. 34/77)

LÜTFEN İZLEYİN

ÖMER MUHTAR VE HAKİM


Ömer Muhtar'ın mahkemede hakimle geçen diyoloğu kayıtlara şöyle geçti:
- İtalyan Devleti'ne karşı savaştınız mı?
Ömer: Evet
- İnsanları İtalyan Devleti'ne karşı savaşmaya teşvik ettiniz mi?
Ömer: Evet
- İtalya'ya karşı kaç yıl savaştınız?
Ömer: Yaklaşık 20 yıl
-Yaptıklarınızdan dolayı pişman mısınız?
Ömer: Hayır
-İdam edileceğinizi biliyor musunuz?
Ömer: Evet
Hakim şaşırdı:
-Sizin gibi birisi için böyle bir son çok üzücü.
Bunu duyan Ömer Muhtar şöyle dedi:
Tam tersi! Bu, hayatımın sonu için en güzel yol.
Hakim daha sonra, mücahidlere cihadı durdurmalarını emreden bir emirname yazması halinde O'nu serbest bırakacağını ve ülke dışına sürgüne göndereceğini söyler.Bunun üzerine Ömer Muhtar, o meşhur sözlerini söyledi:
"Her namazda Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed(s.a.v)'in de O'nun rasulü olduğuna şehadet eden parmaklarım,asla yanlış birşey yazamaz! YA KAZANIRIZ YA DA ÖLÜRÜZ!"

KADDAFİ KİMDİR ?

Lütfen dikkat

Kaddafi’nin Ankara Kara Harp Okulu Mezunu olduğunu,
Kıbrıs barış harekatında Amerika’ya kafa tutarak,
Türkiye’ye yardım ettiğini,
1970`lerdeki petrol krizi sırasında Türkiye`ye ucuz petrol veren tek lider olduğunu,
Amerikan ambargosunu yararak,
Türk Silahlı Kuvvetleri’ne 25 tonluk roket ve 4 uçak dolusu askeri mühimmat hibe ettiğini,
Türkiye’ye gönderilecek malzemelerin uçaklara yüklenmesinde bizzat yardım ettiğini ve sırtında uçaklara malzeme taşıdığını,
Amerika ve İngiltere’nin Libya’daki tüm askeri üslerini kapattığını,
Kendi Uçaklarındaki Libya bayraklarını çıkararak,
Türk Bayrağı takıp, Kıbrıs’ın güneyinde Rum şehir ve limanlarını bombalayarak Türk çıkarmasına yardım ettiğini,
Ve;
Libya’da evlerde kullanılan elektrik bedava, su ve doğalgaz zorunlu ihtiyaç kapsamında olduğu için bedava,
Libya’da eğitim ve sağlık hizmetleri bedava.
Libya devleti, tüm hastalara ilacı hiçbir ücret talep etmeden verildiği.
Benzinin litresi 0.08 Euro, yani bir Libyalı’nın bir litre benzine ödediği para Türk Lirası’yla yaklaşık 20 kuruş olduğu,
Libya ulusal bankaları faiz almadığı.
Libya vatandaşları hiçbir şekilde vergi ödemediği.
Libya hem Afrika’da hem de tüm dünyada en borçsuz ülke olduğu
Libya’da arabalar fabrika çıkış fiyatına satıldığı,
Nakliye bedellerini devletin karşıladığı
Yurtdışında burslu okuyan öğrencilere Libya devleti iadesiz olarak aylık 1650 Euro burs verdiği
Libya’da tüm üniversite mezunları bir iş bulana kadar maaşa bağlandığı.
Libya’da evlenmek isteyen tüm çiftlere devlet 150 metrekarelik daire verildiği
Libya’da istisnasız olarak her aile aylık 300 Euro yardım aldığını.
Petrol gelirlerinin yüzde 90’ı Libya halkına gittiğini...
Biliyor muydunuz?

Iskilipli Atıf Hoca neden idam edildi ?

Iskilipli Atıf hoca, Şapka Kanunu’nun çıkmasından yaklaşık 1,5 yıl önce bastırdığı ve “Milli Eğitim Bakanlığı” tarafından da onaylanan “Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli risaleden dolayı yargılanıp idama mahkum edilmiştir. Oysa bir hukuk kaidesidir ki, yürürlüğe giren bir kanundan önce bu kanuna aykırı olan fiiller suç sayılamaz.


Bazı kemalistler Iskilipli Atıf hocanın “düşmanla işbirliği” yaptığı gerekçesiyle idam edildiğini iddia ediyorlar. Halbuki Savaş süresince işgal kuvvetleriyle işbirliği yapmış veya Milli Mücadeleye karşı çıkmış olanlar Lozan Sulh Konferansı’nda Ingilizlerin ısrarı sonucunda affedilmişlerdir. Lozan’da böyle bir konunun ortaya atılacağını Dr. Tevfik Rüştü Aras’ın belirtmesi üzerine, hükümet daha önce tedbir alıp cezasız kalmış olan suçluların cezalandırılması çarelerini aramaya başlamıştı. M. Kemal, Ismet Inönü, Dr. Tevfik Rüştü Aras, Fevzi Çakmak ve Istiklal Mahkemesi başkanlarından Ihsan Bey’i toplamış ve aftan yararlanamayacakların bir listesinin yapılmasını istemişti. 23 Temmuz 1923 tarihinde yürürlüğe giren Lozan Antlaşmasını izleyerek yürürlüğe girecek olan genel af için 13.4.1924’de Meclis’te başlayan görüşmeler, 22.4.1924 tarihinde sonuçlandı. Aftan ayrı tutulan 150 kişilik liste Başbakanlıktan geldi ve gizli celse yapılarak kabul edildi.[22]

Bunu Atatürkçü Prof. Dr. Ergün Aybars bile kabul ediyor:

“Genel affın çıkması ile Milli Mücadele içinde mahkum olmuş veya olması gerekli olanların hemen hepsi affedilmiş oldu. Istiklal Mahkemelerinin savaş içindeki çalışmaları sonucu idam edilmiş olanların dışında mahkum ettikleri serbest kaldılar.”[23]

Iskilipli Atıf Hoca ise zikredilen bu 150 kişilik listede yoktur, dolayısıyla -şayet Milli Mücadeleye karşı çıkmış veya düşmanla işbirliği yapmış olsa bile- bu suçtan dolayı yargılanamaz.


Kaldı ki, Milli Mücadele fiilen 1922 yılında Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasıyla sona erdi. Iskilipli Atıf hocanın bu suçtan dolayı yargılanması icab ediyordu da neden 1922’den 1926 yılına kadar, yani 4 yıl beklendi?

9 Şubat 2017 Perşembe

MUSTAFA KEMAL VE İSTİKLAL MAHKEMESİ

Inkılaplara muhalif diye “insan” boğazlayan “beşer” M. Kemal’e “ATAM” diyenler;
“beşeri yaratan Allah”ın emri olduğu halde Kurban Bayramında “hayvan” kesilmesine “KATLIAM” diyorlar.
***
Istiklal Mahkemeleri, Milli Mücadele Dönemi (1920-1923) ve Cumhuriyet Dönemi (1923 – 1927) olmak üzere iki dönem olarak teşekkül etmiştir. Isim aynı olmakla beraber Milli Mücadele içinde çalışan Istiklal Mahkemeleri ile Cumhuriyet döneminde çalışanlar arasında nitelik, gerekçe ve amaç yönünden büyük fark vardır. Milli Mücadele döneminde çalışan Istiklal Mahkemeleri, başlangıçta yalnız asker kaçakları meselesinde çözüm bulmak için kurulmuş, sonradan yetkileri genişletilerek yeni bir biçim almıştı. Cumhuriyet döneminde çalışan Istiklal Mahkemeleri ise, kemalist Ergün Aybars’ın ifadesiyle “Türk Devrimi’nin gerçekleşmesi ve kökleşmesi için, karşı devrimci güçleri, isyancıları, muhalif basın kuruluşlarını, Osmanlı döneminden kalma eşkiya ve Ittihatçılar’ın tasfiyesi yanısıra suikast suçlularını yargıladılar. 1923 – 1927 yılları, Türkiye yaşamında Türk Devrimi’nin gerçekleştiği ve yerleştiği en önemli yıllar oldu. Öyle ki 1927 yılından sonra artık Atatürk’ün karşısında, onun Türk Devrimi’ni gerçekleştirmek çabasına karşı çıkabilecek hiçbir güç kalmadı.”[1]
Olağanüstü yetkilerle önceleri üç, sonraları dört üye ve bir savcıdan kurulan Istiklal Mahkemelerinin kararları katî olup, itiraz ve temyizi yoktu. Kararların uygulanması da mahkemelerin yetkisindeydi. Kararların yürütülmesinde sivil ve asker bütün görevliler sorumluydu.[2]
O dönem ilk günden beri Istiklal Mahkemeleri’nin aleyhinde olan Birinci Büyük Millet Meclisinin unutulmaz hatibi Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey’in şu sözleri, bu mahkemelere verilen sınırsız yetkiyi çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor:
Mecliste Istiklal Mahkemeleri’nin yetkilerinin kısıtlanması için teklifler yapılmasına rağmen M.Kemal, değil mahkemelerin yetkilerinin kısıtlanması, bunlara ek olarak iki Istiklal Mahkemesi daha kurulmasını istiyordu. Bu görüşle 8 Ocak 1921’de Istiklal Mahkemeleri’nin bölgelerinin yeniden saptanması ve mevcutlara iki tane daha eklenmesi için T.B.M.M.’ne Meclis Başkanı sıfatiyle bir önerge verdi:
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyaset-i Celilesine
Hasıl olan ihtiyaca ve taksimat-ı mülkiyede vuku’ bulan tebeddülata binaen Türkiye Büyük Millet Meclisi Istiklal Mahakimi’nin daireyi kazalarının yeniden tayin ve tesbitine mecburiyet hissolunmuş ve bu babta tanzim kılınan cetvel ve harita rapten takdim edilmiştir. Buna nazaran mevcut Istiklal Mahakimi’ne ilaveten daha iki Istiklal Mahkemesinin teşkili zarureti vardır. Muktazi muamelenin ifa’sını ve neticenin sür’at-i iş’arını rica ederim efendim.”

***
M. Kemal Atatürk, daha fazla Istiklal Mahkemesi kurulmasını tabiki ister, çünkü kendi hegemonyasını kurmak için demoklesin kılıcı gibi elinde tuttuğu bu mahkemelerle muhaliflerini saf dışı bırakıyordu.
Tam da burada, “Türkiye Tarihi” kitabından bir alıntı yapalım:
“M. Kemal Paşa’ya 1926 yılının Haziran ayında Izmir’de suikast yapılacağı yolunda alınan bir ihbar üzerine yapılan soruşturma sonucunda, Birinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinden Lazistan milletvekili Ziya Hurşit ve arkadaşları Izmir’de yakalandılar. Ziya Hurşit, Birinci dönem TBMM’nde 2. Gruba dahildi. Diğer yandan, ihbarın alınmasından hemen sonra Ankara Iskiklal Mahkemesi de soruşturma açmış ve mahkeme derhal Izmir’e gelerek, kapatılmış olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na mensup milletvekillerinin evlerinin aranmasını ve kendilerinin de tutuklanmalarını talep etmişti. Bunun üzerine o sırada TBMM üyesi olan eski Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mensubu milletvekilleri (dokunulmazlıkları olmasına karşın) tutuklandılar. Bu arada Ankara’da tutuklanan Kazım Karabekir Paşa, bizzat Başbakan Ismet Paşa’nın talimatı üzerine bırakıldı. Fakat mahkeme, kendisine dışarıdan müdahale edildiğini ileri sürerek bu kez de Başbakan Ismet Paşa’nın tutuklanmasına karar verdi; ancak Cumhurbaşkanının (M. Kemal Atatürk) araya girmesi iledir ki, bu kararından vazgeçti. Sonunda Kazım Paşa yeniden tutuklandı.”[5]
Şimdi bir değerlendirme yapalım ve kemalist rejimin ne kadar zalim ve hukuksuz bir “çete” olduğunu görelim…
1 – Bir ihbar üzerine dokunulmazlıkları olmasına rağmen TBMM üyesi olan eski Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mensubu milletvekilleri tutuklanıp Ankara’dan Izmir’e götürülüyor.
2 – M. Kemal’in Istiklal Mahkemesi’ndeki adamları -bilhassa Kel Ali- dışarıdan müdahale edildiği gerekçesiyle Başbakan’ın dahi tutuklanmasına karar verebilecek kadar ileri gidebiliyor.
3 – Dışarıdan müdahale edildiği gerekçesiyle Başbakan’ın tutuklanmasına karar verenler, yine dışarıdan müdahale eden (dolayısıyla kendi mantıklarına göre tutuklanması gereken) M. Kemal Paşa’yı tutuklatmak yerine, onun emriyle bu karardan vazgeçiyor.
4 – Demek ki “Cumhuriyet tarihindeki bütün zulüm ve barbarlıkların suçlusu sadece Ismet Inönü’dür, M. Kemal Atatürk’ün bunda bir suçu yoktur” iddiası doğru değildir. Bilakis, M. Kemal bu konuda Ismet Inönü’yü fersah fersah geçmiştir.
5 – Ayrıca binlerce insanın kanına giren Istiklal Mahkemeleri’nin M. Kemal Atatürk’ün emriyle hareket ettiği bir kez daha tescillenmiş oldu.
Ayrıca 4 Mart 1925 yılında yürürlüğe giren Takrir-i Sükun Kanunu’ndan sonra tutuklanıp Elazığ Istiklal Mahkemesi’ne götürülen gazeteciler M. Kemal’e telgraflar çekerek kendilerini mahkemenin şerrinden kurtarmasını istemişlerdi.[6] Mahkemenin son günlerinde bir telgraf daha çekerek aflarını istemeleri üzerine[7] M. Kemal, mahkemeye bir telgraf çekmiştir.[8] Mahkemenin bu çağrıya cevabı ise beklendiği gibi olmuş ve gazeteciler beraat etmiştir. Prof. Dr. Tunçay, bu gelişmenin, mahkemelerin siyasal iktidarın “emri ile” hareket ettiğinin en somut delili olduğunu belirtmektedir.[9]
Bu mahkemelerde o kadar çok namuslu insan idama mahkum edilmiştir ki, Elazığ Istiklal Mahkemesi’nde yargılanıp hakkında beraat kararı verilen Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey, büyük bir celadetle yerinden fırlayarak:
“Bu mahkeme çok namuslu insanları asmıştır. Bizim namusumuzda bir eksiklik mi gördü ki, bizi asmadı” diye haykırmıştır. Bunun üzerine, Elazığ Istiklal Mahkemesi Hüseyin Avni Bey’i ömür boyu sürgün cezasına mahkum etmiştir.”[10]
Bu mahkemelerde milletvekilleri de yargılandı, gazeteciler, alimler, çocuklar, bakanlar ve Milli Mücadele’nin önde gelen paşaları da yargılandı.[11]
***Istiklal Mahkemeleri’nde kaç kişi idama mahkum oldu?***
Bu konuda Kadir Mısıroğlu şunları yazmaktadır:
“Hilafetin ilgasından sonra, birbirini kovalayan inkılapların ana hedefi, sanıldığı gibi yalnız resmi hayatı değil, aynı zamanda ferdi ve şahsi davranış, yaşayış ve hissiyatı da, din dışı kılmaktı… Bu güç iş, dört sene gibi mahdut (sınırlanmış) bir zamana sığdırılmıştı. Ama nasıl? Anadolu dahilinde, fevkalade selahiyeti haiz Istiklal Mahkemeleri dolaştırmak ve.. bu mahkemelerin sözde hakimlerinin vasıtasıyla, masum kellelerinden ehramlar yükseltmek suretiyle!..
(…)
1924’te hilafetin yıkılışı ile başlayıp 1928’de Islam harflerinin yasaklanması ile ikmal olunan öylesine hızlı bir Islam düşmanlığı siyaseti takip edildi ve bu tatbikat, o derece korkunç bir devlet terörü ile gerçekleştirildi ki bir karşı hareket hayal bile edilemezdi. Istiklal Mahkemeleri adıyla, çoğu azası hukukçu olmayan seyyar bir mahkeme, Anadolu’nun şehir ve kasabalarında dolaştırılarak, on binlerce masum insan, çoğu halka göz dağı vermek maksadı ile yoktan yere darağaçlarında telef edildi. Bu öyle bir devlet terörüdür ki kurbanlarının hakiki sayısını tespit etmek mümkün değildir. Biz, vaktiyle bir eserimizde takribi on milyon nüfusa sahip bulunan o günkü Türkiye’de bu kurbanların sayısını ‘en az beşyüzbin’ (500.000) olarak göstermiştik.”[12]
Yukarıda sunduğumuz listedeki rakamlar “resmidir” ve zikredilen bu rakamlardan daha fazla insanın idam edildiği açıktır. Listede o günün tabiriyle Bidayet Mahkemeleri olarak isimlendirilen normal mahkemeler, Harp Divanları ve ayrıca düzensiz birliklerde çoğu zaman yargı niteliğinde keyfi kararlar veren Kuvay-ı Tedibiyeler’de yargılananlar ve idama mahkum olanlar, bunlarla birlikte isyanlarda öldürülenler yer almıyor. Yalnızca bazı Istiklal Mahkemelerine sevk edilenlerin listesidir bu.
Bu mahkemelerin niteliği hakkında M. Kemal Atatürk’ün Diyarbakır’daki görevi sırasındaki şifre katibi, Ekrem Cemil Paşa’nın gözlemleri ilginçtir. 1922 yılında Ankara Istiklal Mahkemelerinde yargılanan Ekrem Cemil Paşa; “1922 kışını, 1500 kadar siyasi mahkumu barındıran bir taş bina içinde geçirdim.” demektedir.[13]
O tarihte Ankara’da 1500 siyasi tutuklunun olmasını, dönemin nüfusuna oranladığımız zaman zulmün derecesini açıklamaya yardımcı olabilir.
Nitekim Cellat Kara Ali 1931 yılında “Son Posta” gazetesinde yayınladığı hatıralarında şöyle diyordu:
“Bizim patronlar yalan söylüyor. O kadar cellatın içinde sadece benim Cellat Kara Ali olarak idam ettiklerimin sayısı sadece benim sallandırdığım kişi sayısı 5216’dır.”[14]
Kemalistlerin, “çok insan asılmadı” diyerek kaynak gösterdikleri Ergün Aybars bile 2’inci dönem “Kastamonu” Istiklal Mahkemesi listesinde 5 kişinin idam edildiği yönünde kayıt bulunduğunu ancak bunun en az 35 kişi olması gerektiğini bildiriyor ve ilave ediyor:
“Listelerin yüzde yüz doğruluğu şüphelidir. Çünkü listeyi bulabildiğimiz belgelere dayanarak yaptık.”[16]

Peki bulunamayan dosyalar var mı?
Hem de çuvallarla…
“Atatürk olmasaydı” adlı bir kitap yazacak kadar Atatürkçü olan Cemal Kutay, “Yazılmamış Tarihimiz – Seçmeler” isimli kitabının “Istiklal Mahkemesinin Esas Dosyaları Ne Oldu?” bölümünde Istiklal Mahkemelerinin faaliyet safhasını “Sakarya’ya kadar” olan safha ile “Cumhuriyetin ilanından sonra”ki safha diye ikiye ayırıyor ve Cumhuriyetin ilanından sonraki safha ile ilgili şunları yazıyor (parantez içindekiler de Cemal Kutay’a ait) :
Milli Mücadelenin hakiki önderlerini vatan ve rejim haini töhmetiy­le önlerine çeken bu safha ise, buram buram siyaset kokar. Bu arada, Halk Par­tisinin varlığında, veraset yoluyla izi ve eseri mutlak olan Ittihad ve Terakki’yi tamamen tasfiye için de, yine Istiklal Mahkemeleri vasıta olarak kullanılmış, daha sonra da, Matbuat üzerinde tesis edilmek istenen baskı için aynı mahke­meler, mesela neşredilmiş bir mektup vesile sayılarak, hususi heyetler halinde vazife görmüşler, hükümler vermişlerdir. Bu devrede Istiklal Mahkemeleri, be­lirli siyasi teşekkül ve şahısların hegemonyasını tethiş ve korkuya bağlama yo­lunda tatbik müesseseleri hüviyeti galip bir çehre ile belirlemektedir. Kanaatıma göre birinci safhayı Ikincisinden ayırmak, bizzat bu müesseselerin tarih huzurunda alacakları hüküm bakımından lüzumlu değil, zaruridir.
Istiklal  Mahkemelerine ait vesikalar, Meclisde cereyan  etmiş  müzakereler, bu mahkemelerden zamanımıza intikal etmiş belgelerin tetkikinden anlaşılı­yor ki, bazı şahsiyetler, bu fevkalade devreye ait adalet ve rejim müesseseleri için yarınki nesillerin vereceği kararları haksız ittihamlardan olduğu kadar, yer­siz bağlanmalardan da kurtarmak istemişlerdir. Allah ve Tarih korkusu olarak ifadelenen bu hissin tipik tecellilerinden biri­sini, Birinci Büyük Millet Meclisinin 17 Haziran 1338 (1922) tarihli toplan­tısında, buluyoruz.
Riyaset makamında, Konya mebusu Hoca Musa Kazım Efendi vardır. Reis ruznamenin üçüncü maddesine sıra geldiği zaman, Meclis Ikinci Reisi Rauf Beyin imzasını taşıyan (rahmetli Başvekil, Hamidiye kahramanı Hüseyin Ra­uf Orbay merhum) Meclis umumi heyetine riyaset tezkeresini okudu. Bu tez­kere, vazifeleri biten  Istiklal Mahkemeleri evrakının çuvallara doldurularak Meclis riyasetine tevdi edildiğini, fakat tasnif edilmediği, zarflar numaralan­madığı, rastgele doldurulduğu için arananın bulunmadığı, bir kısmının kay­bolduğu, bu arada 30-40 ÇUVAL ÎÇÎNDE olan Amasya Istiklal Mahkemesi evrakı arasında bulunan Pontus Ihtilal Cemiyeti evrakının Erkanı Harbiye Ri­yaseti tarafından istendiğini, istenilen 26 evraktan ancak altısına rastlandığını, Amasya Istiklal Mahkemesini teşkil eden mebusların, çuvalların mühürlerinin sökülmüş olması  dolayısıyla Meclis Riyaseti tarafından istenilen aramaya ve tasnife  iştirak etmekten çekindikleri anlatılıyor ve netice olarak da, Istiklal Mahkemelerine ait dosyalar için yapılacak muamelenin çok acele olarak bir karara bağlanması Meclis umumi heyetinden isteniliyordu.
Ilk sözü, Gümüşhane mebusu, eski maliye vekili Hasan Fehmi Bey aldı ve bu işin Meclis Riyasetinin salahiyeti dahilinde olduğunu, bu (çuvalları) açabi­leceğini, sonra mühürleyerek yerine koyabileceğini ifade etti.
Rauf Bey, aksi kanaatte idi:
“-Evrakın tarihi ve içtimai fevkalade ehemmiyeti vardır. Tapu kaydı değildir bunlar… Allah ve Tarih önündeki muhasebenin evrakı müsbitesidir bunlar…
Sadece Amasya Istiklal Mahkemesinin evrakı 30-40 (ÇUVAL)dır. Evvelce ba­zı evrakın celbine heyetiniz karar vermiş, getirilmiş, Şimdi bu kararları vermiş olan mebus arkadaşlarımız bile el sürmekten çekiniyorlar. Bu şekilde idare he­yeti kendisinde nasıl salahiyet görebilir?”
Kars mebusu Cavid Bey söz aldı, dedi ki:
Diyelim ki bugün için buna bir çare buldunuz, Istiklal Mahkemelerinde reis, aza, müddeiumumi olarak vazife görenlerin hepsi mebus arkadaşlarımız­dır. Elbette kanun ve vicdanlarını hakem yaparak karar vermişlerdir. Bu karar­larına ait evraka nasıl uzatmıyorlar? Hayret ederim… Diyelim ki, bütün hadisata vazülyed olan yüksek heyetiniz karar verdi, bir heyet tefrik ettiniz, bunla­rı bugün için tetkik ve intaç etti. Fakat sorarım: On, Yüz, Bin sene sonra ne olacak? Elbette çocuklarımız ve torunlarımız, bu evrakı bir bir tetkik edecek­ler. Çuval ne demek efendim? Fasulye mi saklıyoruz? Şimdiye kadar bunların yegan yegan tasnif ve temhiri, sağlam sandıklara vaz’ı, gayet muntazam birer fihristinin yapılması icab ederdi.”
Amasya Mebusu Ömer Liitfi Bey, yeter sayıda memuru olan Istiklal Mah­kemelerinin vazifelerini tamamladıkları zaman verdikleri hükümlere ait dos­yaları gayet muntazam ve nizami mahkemelerin yaptıkları gibi numaralı ve fihrisdi zarflar içinde hazırlayarak Meclis riyasetine tevdi etmelerinin şart ol­duğunu, bu vazifeyi yerine getirmeyenlerin tarih huzurunda mes’ul durumda bulunduklarını, azalar hayatta iken vazifenin bir dakika ihmal edilmeden ye­rine getirilmesinin şart olduğunu izah etti ve dedi ki:
Riyaset makamına istirham ederim, her Istiklal Mahkemesine idare he­yetinden birer arkadaş verilerek bu tarihi, adli, hatta insani vazifeyi buradaki mukaddes vazifemiz tamamlanmadan yerine getirelim ve mes’uliyeti maneviyeden kurtulalım. Çünkü bu vazife münhasıran Istiklal Mahkemelerinde va­zife görmüş arkadaşlarıma ait değildir. Bütün Meclisin şahsiyetine şamil vedi­adır.”
Bundan sonra Cemal Kutay, Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey’in şöyle bir sual sorduğunu aktarıyor:
“- Istiklal Mahkemeleri birçok idam kararı vermiştir, birçoklarını sürgün et­miştir. Bunların çocukları, yakınları, akrabaları vardır. Yarın fevkalade zaman­lar geçip nizami adalet cihazı vatanın mukadderatını tedvire başladığı zaman, fevkalade zamanların mikyaslarını ancak bu evrak içinde tetkik ederek anlaya­cak olanlar, böyle bir haktan mahrum kalırlarsa bu kararı vermiş olanları lanetle yadetmezler mi?…”
Cemal Kutay, Şarki Karahisar mebusu Ali Süruri Efendi’nin de Rauf Bey’e şu suali sorduğunu anlatıyor:
“- Meclisin hafi celseleri ve diğer evrakı siyasiyesini kim saklıyor? Nasıl mu­hafaza ediliyor? Istiklal Mahkemeleri evrakı bunlardan daha az ehemmiyetli değildir. Yarın, bu günlerin tarihi yazılırken asıl istinad edilecek evrak ve vesa­ik bu mahkemelerin dava safhalarındadır. Müdafaalar, şahitlerin söyledikleri, hadiseler ve vakaların safahatı bu çuvallar içindeki perişan evraktır. Neden Riyaset Makamı aynı hassasiyeti göstermiyor?”
Cemal Kutay devam ediyor:
Rauf Bey anlattı ki, mevzuun Meclis heyeti umumiyesine getirilmiş olması, aynı hassasiyetin ifadesidir ve umumi heyetten karar istenmektedir. Fakat ba­zı Istiklal Mahkemelerinin evrakı o haldedir ki, kararları vermiş olanlar bile el sürmek istemiyorlar. Bu sebeple ne yapmak lazım, umumi heyet karar versin…
Münakaşalar uzuyor…
Birçok takrirler veriliyor. Riyaset makamı bunları sıra ile reye koyuyor. Tak­rirler arasına, vazife görmüş ve görmekte olan Istiklal Mahkemelerinin verdik­leri kararlara ait dosyaları muntazam şekilde tasnif etmedikçe, vazifelerinin bitmiş sayılamayacağına ve kendilerine kısa müddet verilmesine dair olanlar da var. Neticede, Şarki Karahisar Mebusu Ali Süruri Efendi’nin şu takriri ka­bul ediliyor:
“- Vazifesine hitam verilmiş olan Istiklal Mahkemelerine ait evrakın o mah­keme heyetinden burada mevcud zevat ile Meclis Riyaseti idare memurları ta­rafından müştereken muntazam surette tasnif ve cedveli tanzim ve tasdik edil­mek ve badehu tasnif edilmiş bu evrakın, Meclisin diğer mühim evrakı misullu hıfcı için vazifedar olanlara teslim olunmak lazım geleceğinden bu suretle muamele ifasına karar ita buyurulmasını teklif eylerim.”
Meclisin bu şekilde, yani her Istiklal Mahkemesinde vazife almış olanlarla, Meclis Riyaset Divanına mensup diğer mebuslardan seçilecek kimselerle işbir­liği yaparak, bu (çuvallar içindeki) evrakın muntazam dosyalar halinde, ve fih­ristleri yapılarak tanzim ve Meclis Riyasetine teslim edilmesi, neticeden de umumi heyete malumat verilmesi yolundaki kararının tatbikatı ne oluyor?
Birinci Büyük Millet Meclisi’nin kendi kendisini fesih kararı olan 18 Nisan 1923 tarihine kadar. Meclis zabıtlarında bu mevzua ait müzakereye rastlamı­yoruz. Ikinci Büyük Millet Meclisi ise, Istiklal  Mahkemelerinin daha başka mahiyet aldığı, yani mevzuun IKINCI SAFHASI’nın başladığı devredir ve Is­tiklal Mahkemeleri, 1923’le 1927 arasında, tam bir siyasi müessese olmuş, ba­zı hususi düşünceleri ve memlekette zor ve tethişle yerleşmesi arzusu ifadelenemeyen hususları, inkılaplar namına tarsin ve tesis eden cihaz haline getiril­miştir. Bu safha içinde de, verilmiş kararlara ait evrakın, istikbalin tarihçesine dayanılabilir malzeme olmasını istemeyi düşünen kimsenin çıkmasını bekle­mek, aşırı iyimserlik olurdu. Nitekim, daha sonraki Istiklal Mahkemelerinin verdikleri kararların gerek insan hayatlarına şamil sayısı, gerek bazı şahsiyetleri tarihin hükmüne bambaşka şekilde sevketmenin gayretleri içinde bu mah­kemelerin kararlarını tetkik edebilme, üzerinde araştırma yapabilme ve hatta mevzu sayabilme cesaretini gösteren kimse çıkmamıştır.
Böylesine kaderine terkediş ve mevzuu kapanmış bir devrenin hadisesi ola­rak nisyana terk etmenin düşüncesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyasetine, rahmetli Kazım Karabekir’in, 1946’da Reis olarak seçilmesine kadar devam et­miştir.
Ölümüne kadar, iki yıldan daha az sürmüş bu devre içinde rahmetli Karabekir, kendisinin de Atatürk’e yapılmış suikast dolayısıyla müttehim olarak çıktığı Istiklal Mahkemelerinin dosyalarının akibeti ile alakadar olmuştur.
Anlaşılmıştır ki, Meclis Evrakı arasında bulunanlar, Mahkemelerin “verebildikleri”dir ve bunlar, 17 Haziran 1338 (1922) tarihindeki müzakerelerin var­dığı neticeye göre düzenlenmiş değildir. Istiklal Mahkemelerinin teşkilinden Birinci Büyük Millet Meclisi’nin teşrii hayattan çekilmesine kadar geçen dev­re içinde 23 Istiklal Mahkemesi vazife görmüş, bazı yerlere muhtelif tarihler­de iki, hatta üç Istiklal Mahkemesi heyeti gönderilmiştir. Birinci Meclis teşrii vazifesine kendi kendisini fesih suretiyle son verinceye kadar olan 23 Nisan 1920 – 18 Nisan 1923 devresi arasındaki safhaya ait Istiklal Mahkemesi evra­kı, kısmen sandıkları, kısmen çuvallar içinde toplanılmış, ancak 17 Haziran 1922 tarihli celsede Pontus harekatı dolayısıyla bahis mevzuu olan Amasya Is­tiklal Mahkemesine ait olan dosyalar tasnif edilmiş, diğerleri ele alınmamıştır. 1923’den sonrakiler ise, ancak verilmesi muvafık görülenler’e ait birer hülasa zabıt olarak Meclis arşivine intikal etmiştir. Rahmetli Karabekir, artık tarihin malı olması icab eden bu evrakın arzu edenlerin tetkikine serbest ve açık bu­lundurulması, bunların da nihayet Meclis Zabıtları şeklinde telakki edilmesi­nin gününün geldiği yolundaki kanaatini Cumhuriyet Halk Partisi grubuna götürmek istemiş, fakat 1946’da artık fiilen siyaset sahnesinde olan muhalefe­te yeni mevzular vermemek endişesi ile bu arzu önlenmiştir.[17]
Cemal Kutay’dan yaptığımız uzunca alıntı burada son buldu.
Anladığımız kadarıyla Istiklal Mahkemeleri’ne ait dosyalar saklanmak istenmiştir. Anlaşılan o ki, işlenen cinayetlerin ortaya çıkmasından korkuluyor.
Ayrıca Cemal Kutay’ın şu sözleri üzerinde dikkatle düşünülmelidir:
“…IKINCI SAFHASI’nın başladığı devredir ve Is­tiklal Mahkemeleri, 1923’le 1927 arasında, tam bir siyasi müessese olmuş, ba­zı hususi düşünceleri ve memlekette zor ve tethişle yerleşmesi arzusu ifadelenemeyen hususları, inkılaplar namına tarsin ve tesis eden cihaz haline getiril­miştir. Bu safha içinde de, verilmiş kararlara ait evrakın, istikbalin tarihçesine dayanılabilir malzeme olmasını istemeyi düşünen kimsenin çıkmasını bekle­mek, aşırı iyimserlik olurdu. Nitekim, daha sonraki Istiklal Mahkemelerinin verdikleri kararların gerek insan hayatlarına şamil sayısı, gerek bazı şahsiyederi tarihin hükmüne bambaşka şekilde sevketmenin gayretleri içinde bu mah­kemelerin kararlarını tetkik edebilme, üzerinde araştırma yapabilme ve hatta mevzu sayabilme cesaretini gösteren kimse çıkmamıştır.

[17] no’lu dipnot ile ilgili… Cemal Kutay’ın naklettiği münakaşanın Meclis tutanağından bir bölüm (KAYNAK: Münakaşanın tamamı için bakınız; TBMM Zabıt Ceridesi, Içtima 56, cild 20, 17.6.1338, sayfa 448 ve devamı.)

                                    ***Istiklal Mahkemeleri’nin hukuksuzluğuna dair 3 misal***


Istiklal Mahkemesi Üyeleri: Kılıç Ali, Ali Çetinkaya (Kel Ali), Reşit Galip

Misal 1:
Insan Hakları Ihlali, Zulüm (Istiklal Mahkemesi tutanaklarından) :
Şükrü Bey söz istedi:
– Bu işte Abdülkadir’in pek mühim bir rol oynadığı anlaşılıyor, tavzih edeceğim (açıklama yapacağım). Bir avukat tutacağım…
Reis Kel Ali (Ali Çetinkaya):
– Istiklal Mahkemeleri, dava vekillerinin canbazlığına gelmez. Mahkememizim derecatı yoktur. Millet hükme intizar ediyor, ne söyleyecekseniz açıkça söyleyiniz. Avukatlara falan geçilecek vaktimiz yok.[18]
***
Misal 2:
KANUNUN DEĞİŞMİŞ OLMASI BİZl BAĞLAMAZ!
Ceza hukukunda temel bir kural vardır. Bir suçu düzenleyen yasa hükmünde yapılan değişiklik eğer sanık lehine ise, geçmişe de etkili olmak kaydıyla hemen uygulanır. Bu kural TCK’nın 2. maddesinde de bulunmaktadır: “Işlendikten sonra yapılan kanuna göre suç sayılmayan bir fiilden dolayı kimse cezalandırılmaz.” Ne var ki bu kural Istiklal Mahkemesi için bir anlam ifade etmiyordu.
Şöyle ki:
Yeni Ceza Kanunu mecliste 1 Mart 1926’da kabul edilmiş, TCK 1 Temmuz. 1926’da yürürlüğe girmişti. Yasanın hükmüne uygun olarak mahkemeler yeni kanunu uygulamaya başladılar. Ne var ki hukukun bu genel ilkesinin Istiklal Mahkemesinde işlemesi mümkün olmadı. Çünkü Adliye vekaleti Istiklal Mahkemesini adeta kendisinden de yasalardan da üstün görüyordu! Tümüyle hukuka aykırı bir biçimde Adliye Vekaleti Istiklal Mahkemesine bir yazı göndererek “yeni ceza yasasının yürürlüğe girdiğini, bu yeni yasanın Istiklal Mahkemesinde de uygulanıp uygulan­mayacağını” soracaktı. Böyle bir sorunun sorulması tam bir skandaldı.
Ama skandal sözkonusu olacaksa cevapta sorudan aşşağı değildi. Bu yazıyı 1 Temmuz 1926 tarihinde, bir suretini de Başbakan Ismet Paşaya yolladığı telgrafla cevaplayan Mahkeme buna taraftar olmadığını bildiriyordu.
Prof. Dr. Mete Tunçay Adalet Bakanlığının sorduğu bu suali ve verilen cevabı şöyle yorumluyor:
“… Adalet Bakanlığının böyle bir soru sorması ve mahkemenin böyle bir yanıt vermesi bile, insana tuhaf geliyor.[19]
Yasa mahkemeyi bağlamıyordu! Peki mahkemeyi bağlayan ne idi?
GEREKİRSE KANUNUN ÜZERİNE DE ÇIKARIZ
Şark Istiklal Mahkemesi savcısı Süreyya Örgeevren Dünya gazetesinde yayınlanan anılarında Istiklal Mahkemesi yargılamalarının son derece önemli bir özelliğine dikkat çekiyor.
*Acaba Istiklal Mahkemeleri hangi suçları yargılamakla yetkilidir?
Yani yargı yetkisinin bir sınırı var mıdır? Savcı Örgeevren kendilerinin ancak Istiklal Mahkemesi kapsamında ve orada belirtilen suç sanıklarını yargılayabileceğini düşünüyor. Mahkeme ise onunla aynı görüşte değil. Tam tersine yetki alanında bir sınırlama olmadığı düşüncesinde. Bu konu savcı ile mahkeme üyeleri arasında çok önemli bir tartışmaya neden olurken, Mahkeme başkanı Müfit Bey Istiklal Mahkemelerinin amacına varmak için hukuk, yasa tanımayacağını ifade ediyor.
Savcı anlatıyor:
“3 Mayıs 1925 günü büromda dosyaları tetkik ediyordum. Bir ara mahkeme reisinin odasına gittim. Hakimler oturuyorlardı. Daha merhaba bile demeden Istiklal Mahkemesi üyelerinden Ali Saip Bey “Süreyya Bey! Siz mahkememizin Istiklal Mahkemesi Kanununda tasrih edilen suçlardan başka fiillere el koyup muhakeme edemeyeceklerini söylemişsi­niz, işte gazeteler. Bu nasıl oluyor?” diye asabi bir tavırla bana sordu. Ben de olabilir kardeşim. Benim gazetelerden haberim yok. Ancak size şu hususu tekrar ederim ki, Istiklal Mahakimi Kanunu’nun bu hususta kafi sarahati ihtiva eden maddeleri bulunduğu sizlerce de bilinmektedir. Ben kanun hükümlerine aykırı birşey düşünemem. Ben vazife ve salahiyetim haricindeki fiil ve hareketleri muhakeme icra ve ceza tertip edilmesi için asla sevkedemem. Istiklal Mahkemesi, kendisine kanunen verilen kaza salahiyetini, kanunun çizdiği muayyen hudut içinde istimal eder.
Bu sözlerim üzerine Saip Bey çok sinirlendi ve reis Müfit Beye döne­rek “müddeumumilik ile aramızda kanaat farkı vardır. Bir şifre yazın ben istifa ediyorum” dedi. Reis ve diğer üye de ona katıldılar. Konu üzerine uzun münakaşalar oldu. Bir ara reis Lütfi Müfit Bey bana dönerek: “Bizim dedi, milli bir gayemiz vardır. Ona varmak için arasıra kanunun fevkine de çıkarız” dedi.[20]
***
Misal 3:
Ziya Hurşit, M. Kemal Atatürk’e suikast teşebbüsünde bulunmaktan yargılandığı Istiklal Mahkemesi’nde kendini şöyle müdafaa etmişti:
“Ben Teşkilatı Esasiye Kanununu tagyir veya tadile teşebbüs etmedim. Büyük Millet Meclisini vazifelerini ifadan menetmek de hatırımdan geçmemiştir. Yalnız suikast yapacaktım. Muhakemem esnasında da, bunun sabit olduğunu gördünüz, şu halde Müddeiumumi (Savcı) Beyin hakkımda tatbikini istediği madde beni alakadar etmez. Bu madde bana tatbik edilemez. Çünkü, tekrar edeyim ben, ne Icra Vekilleri Heyetini devirmeği, ne de Teşkilatı Esasiye Kanununun tadilini falan istemedim. Kimseyi müsellahan isyana davet etmedim. Bu sebeple, beni ancak tevkif edildiğim zaman mer’i (yürürlükte) olan 46’ncı maddeye göre cezalandırabilirsiniz, o da şudur:
‘Suikast fikri tahakkuk etmemişse, kanunun sarahati olmayan yerlerde cinayet telakki olacak cürmü, bir seneden eksik olmamak üzere kalebentliğe tahvil olunur.’
Ben sukasti, yani cürmü yaptıktan sonra hükümeti devirmek, meclisi vazifeden menetmek isteseydim, memleketten bir tarafa ayrılmaz, burada kalırdım. Halbuki, siz de anladınız ben Sakız’a kaçacaktım.. Hülasa; kanun sarihtir. (Özetle, kanun açıktır). Kanunun sarahaten cezalandırdığı fiillerden maada hiçbir suretle ceza verilemez.”[21]
Ama verildi…


KAYNAK:
[1] Ergün Aybars, Istiklal Mahkemeleri, (cild 1-2), Ileri Kitabevi, Izmir 1995, sayfa 204.
[2] Ergün Aybars, Istiklal Mahkemeleri, (cild 1-2), Ileri Kitabevi, Izmir 1995, sayfa 156.
[3] Ahmet Turan Alkan, Istiklal Mahkemeleri, Ağaç Yayıncılık, Istanbul 1993, sayfa 35-49. (Bazı Istiklal Mahkemelerinin kararlarını gösteren liste de bu kitaptan alıntılanmıştır.)
[4] TBMM Zabıt Ceridesi cild 7, sayfa 215, 216.
[5] Türkiye Tarihi, cild 4, Çağdaş Türkiye 1908-1980, Cem Yayınevi, Istanbul 1989, sayfa 102. Bu eser Prof. Dr. Sina Akşin’in Yayın Yönetmenliğinde; Prof. Dr. Mete Tunçay, Prof. Dr. Cemil Koçak, Prof. Dr. Hikmet Özdemir, Prof. Dr. Korkut Boratav, Selahattin Hilav, Murat Katoğlu ve Prof. Dr. Ayla Ödekan’dan müteşekkil bir ekip tarafından hazırlanmıştır.
[6] Hıfzı Topuz, Türk Basın Tarihi, Remzi Kitab evi, Istanbul 2003, sayfa 154.
[7] Nurettin Güz, Türkiye’de Basın – Iktidar Ilişkileri (1920 -1927), ikinci basım, Turhan Kitabevi, Ankara 2008, sayfa 255.
Ayrıca bakınız; Hakimiyet-i Milliye Gazetesi, 14 Eylül, 1925.
[8] T.B.M.M. Arsivi, T – 12, Dosya 96.
Ayrıca bakınız; Ergün Aybars, Istiklal Mahkemeleri, (cild 1-2), Ileri Kitabevi, Izmir 1995, sayfa 333.
[9] Mete Tunçay, Istiklal Mahkemeleri, M. Belge (Dü.) içinde, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, cild 4, Iletişim Yayınları, Istanbul 1983, sayfa 144, 145.
[10] Rahmi Erdem, Davam, Timaş Yay., Istanbul 1993, sayfa 316.
[11] Istiklal Mahkemeleri’nde yargılananlar hakkında birkaç konu;
Izmir Suikasti ve Kazım Karabekir Paşanın Istiklal Mahkemesi’ndeki sorgusu:
***
M. Kemal Atatürk’ün Yasakladığı, Kapattığı Gazeteler, Basın Sansürü:
***
Şeyh Said Ingiliz ajanı mıydı? Musul’u niçin kaybettik? Şeyh Said Isyanı Gerçeği:
***
M. Kemal Atatürk’ün Şapka Zulmü ve Istiklal Mahkemesi’nde asılan alimler, hocalar
[12] Kadir Mısıroğlu, Geçmişi ve Geleceği Ile Hilafet, [Ilk Baskı 1993], Sebil Yayınevi, genişletilmiş dördüncü basım, Istanbul 2010, sayfa 442, 443 / 456.
[13] Ekrem Cemil Paşa, Muhtasar Hayatım, Beybun Yayınları, Ankara 1992.
[14] Cellat Kara Ali’nin hatıraları, Son Posta Gazetesi, 3 Mart 1931.
[15] Hüseyin Demirel, Deccaliyet ve Kemalizm, Ittihat Yay., Istanbul 1993, sayfa 187.
[16] Ergün Aybars, Istiklal Mahkemeleri, (cild 1-2), Ileri Kitabevi, Izmir 1995, sayfa 108.

[17] Cemal Kutay Külliyatından Seçmeler: Yazılmamış Tarihimiz, Milliyet Gazetecilik, cild 1, Istanbul 2002, sayfa 273 – 279.

http://www.belgelerlegercektarih.wordpress.com